29 Kasım 2013 Cuma

"Ateş Suyla Tanıştı."

Geçtiğimiz günlerde Yasemin Allen ve Özcan Deniz'in başrollerini paylaştığı, yönetmen koltuğunda yeniden Özcan Deniz'i gördüğümüz ve duygu yüklü bir yapım olan "Su ve Ateş" filmine gittim.
Yağmur (Yasemin Allen) ve Kemal (Özcan Deniz) 'in tesadüfi karşılaşmaları ile başlayan film, Londra'da şekilleniyor.
Yağmur, çok az tanıdığı ve gizemli yönleri olduğuna inandığı Kemal'e aşık olur ve aralarındaki ilişki başlar.Asıl adı Haşmet olan Kemal ise, aşiret hesaplaşması ve kan davasından uzaklaşmak için Londra'ya gelmiş ve artık Kemal için Yağmur ile birlikte bambaşka bir dünyanın kapıları açılmıştır.İki aşiretin arasındaki kanı durmak Haşmet'in elindeydi ve Yağmur yaşayacağı karanlık günlerden habersiz kendini Kemal olarak tanıdığı Haşmet'e kaptırmıştı.



Açıkçası Özcan Deniz'in klasik hikayelerinden biriydi; Evim Sensin formatında, Asmalı Konak tadında bir filmdi. Filmde yansıtılmak istenen duygular da, kullanılan müzikler eşliğinde başarı ile izleyiciye aktarılmıştı.
Filmin soundtrack parçasını seslendiren İrem Candar'ı dinlemekten keyif aldığımı ve şarkıyı defalarca dinlediğimi söylemeden edemeyeceğim.
İzleyicileri kendine mest eden film müziği "Bilmezdim" in şiir bölümü de, filmdeki duygu yoğunluğunu arttırıyor.



Yoksa küs müsün bana
Dilime ikâmet edenim
Dargınsak eğer
Üç günü geçeli aylar oluyor haberin olsun
Ve burada yanık kokulu rüzgarlar çarpıyor yüzüme
<<Beni soluğumdan tutuyor üşümelerim
Boğazıma yapışmış sıtmalı kelimeler
En yakın sağda park’a çektiler kendilerini
Söz dinlemez oldu sözler
Adına sır diyorlar sevmelerin
Gürültülü harflerini sükûta izdivaç ediyorlar
Mahrem duygularını telveye terk ediyorlar yani
Yorulmadın mı dilimden sessiz çığlığım
Senin yerin dağınıklığım
Toparla kendimi..>>

Yasemin Allen'in doğal ve başarılı oyunculuğuyla keyifle izleyeceğinizi düşündüğüm "Su ve Ateş"i, izlemenizi tavsiye ediyorum.


14 Kasım 2013 Perşembe

Kadınlar çiçekleri çok mu sever?

Kadın-erkek ilişkilerinde yıllardır bir kaos yaratır; çiçek alma konusu...
Kadınlar elinde bir buket çiçekle işten dönen, buluşmaya gelen ya da sıklıkla çiçek gönderen erkekleri hayal ederler; erkekler ise zaten özel günlerde bu konuda hassas davranmaya çalıştıklarından dolayı normal zamanlarda gerek duymazlar.Fakat işin rengi öyle değil!
Kadınların çiçek istemelerinde ya da beklemelerinde de var bir keramet!


Çiçeklerin insanların duyguları ve kendilerini daha iyi hissetmeleri üzerinde olumlu etkileri vardır.Boşuna dememişler; "Gülünce yüzünde güller açıyor." diye... :)
En olumsuz durumlar da bile çiçeklerin nasıl işe yaradığını araştıran Dr. Haviland Jones, çalışması sonucunda çiçeklerin insanların duygularında ani ve olumlu değişikler yaptığını tespit etmiş.Hatta araştırma boyunca yaptığı denemelerde, çiçekler kadar olumlu duygu değişikliği yaratan başka bir unsur bulamadığını da araştırmasına eklemiş.




Erkekler her ne kadar çiçek almanın çok da gerekli olmadığı düşünseler de, duygusal iletişimde oldukça kalıcı ve olumlu etkileri olduğu kanıtlanmıştır.
Bir tartışma sonrasında, yapılan hataların affedilmesini isterken, monoton hayatın sıkıcılığından kurtulmak adına, karşınızdaki kadını etkilemek ve bazen de sadece mutluluğunu görmek için sadece çiçek almanız yeterli olabiliyor çoğu zaman.Unutmayın, kadın yapısının mutluluğu genellikle küçük ayrıntılarda gizlidir.
Buradan beylere duyuruyorum; benden söylemesi... :)

7 Kasım 2013 Perşembe

Nefret, ağır bir duygu...

Hayatın her alanında huzur arıyoruz; aile ilişkilerimizde, aşkta, iş yerinde, arkadaşlarımızın yanında, okulda, hatta kendi başımıza kaldığımızda evimizde-odamızda bile...
Ben çoğu zaman hafif bir müzik açıp, odamda loş bir ışık yanarken kitap okuyarak ve dış etkenlerin çoğuna kendimi kapatarak ruhumu dinginleştiriyorum. Çoğunlukla ruhumuzun dinlenmeye ihtiyacı oluyor.Aldığımız havayı kocaman bir nefesle içimize çekerek rahatlamaya, sevmeye ve sevilmeye ihtiyaç duyuyoruz.
Yeni başlangıçlar ise çoğu zaman zorluyor beni...Daha bir yavaş adımlar atmaya başlıyoruz, daha kararlı ilerlemeye çalışıyoruz.Bir hayat döngüsüdür deyip kısacası yuvarlanıp gidiyoruz.
Keskin ve kimi zaman ağır duygular yaşıyoruz bu sırada...
Nefret gibi...





Hiç kimseden nefret etmedim, edemem de sanırım.Nefret ağır bir duygu...Aşk gibi...En aşık olduğunuz anda ince bir çizgi ile ayrılıyor her şey birbirinden...Aşk nefrete dönüşüyor.Gerçekten de çok ağır bir duygu, en az aşk kadar da kuvvetli...Hatta çoğu zaman aşk nefreti besliyor; daha sancılı, daha beter bir hale sokuyor.



Aşk devam ederken, bir şey yaşıyorsun; saniyeler duruyor bir anda...Görüyorsunuz o anda karşınızdaki ne aşık olduğunuz kişi ne de aşık olunabilecek birisi! Ve ne nefret kalıyor ne sevgi ne de aşk...

Sadece hiçlik...Her şey havada bir uğultu gibi; sesler, yankılar, bağırışlar,can acısı...
En ağırı da böyle bir bitişi saniyelik görme anı işte...
Sonrasında derin bir nefes aralığı ve tuhaf bir his kaplıyor içini.
Beyin tuhaf bir organ.
Bloke ediyor o görüntüleri...Düşünmene izin vermiyor ve onları yaşayan sen değilmişsin gibi siliyor aklından.Başkasının hikayesini izlemişsin ve başkasına duyduğun üzüntüyle hayatına devam etmişsin hissi...
Nefret ağır bir duygu...
Kimseden nefret etmeyin.Aşk ne kadar değerliyse, üzerine on ekleyin yüz ekleyin bin ekleyin ve kimseden nefret etmeyin.Bu sadece sizin canınızı acıtmaz; kimse nefret edilen olmak istemez ki...
Kimse nefrete değer değildir; tıpkı bazılarının aşka değer olmadıkları gibi...

5 Kasım 2013 Salı

"Sevdiğin birinin sesini unutmak" nedir bilir misin?

Yıllar önce de içimde bir anda derin bir sızı oluşturan, olduğum yerde çakılıp kaldığım ve o an nerede, kiminle, ne yapıyor olduğumu unutturan bir hisle uyandım bu sabah...


İlk zamanlar daha kolaydı; yanımda olduğunu ve bana sımsıkı sarıldığını hayal etmek, kimi zaman geçmişin kahkaha dolu günlerinde bana seslenişini duymak, sohbetlerimizi uzaktan dinlemek...Zamanla biraz daha zorlaştı, görüntü bulanıklaştı, sesler boğuklaştı; sadece ellerinin sıcaklığı ilk günkü gibiydi...
Zaman geçti, günler akıp gitti.Bu sabah uyandığımda aslında çoktan gitmiş olduğunu fark ettim.Artık hayalin de beni sensiz bırakmıştı.Sesini duyamıyordum.
Sonra sonra fark ettim ki, sensizliğe alışmışım; bir matkap gibi yokluğun içimi paramparça edip, kocaman bir boşluk bırakmış ardında yalnızca...
Sevdiğin birinin sesini unutmak nedir bilir misin? O sesi bir daha duyamayacak olmanın yarattığı ıstırap nasıl paramparça eder yüreğini?
En son yaşanmışlıklarımızı birlikte terk etmiştik; kubbeler şehrinin kaldırımlarına...Sonra kalabalık bir garda yapayalnız kaldım gidişinle...Sevgim öylesine yüce, aşkım öylesine dolu doluydu ki; sensiz uyanacağım her sabah başucumda olman için sesini, nefesini, gülüşünü, dokunuşunu, bakışlarını, kokunu yani ben seni biriktirdim senelerce...
Ama şimdi tek başıma kaldım.Önce kokunu kaybettim; sonra dokunuşların, nefesin, bakışların terk etti beni...Teker teker özledim senden kalanları...
Şimdi ise sesini unuttum; en acısı buydu.
Sessizlikler biriktireceğim şimdi; sesini arayacağım senli hayallerimde...
Sen, sevdiğinin sesini unutmak nasıl bir histir, bilir misin?!

1 Kasım 2013 Cuma

Benim dünyam, siyah!

Dün akşam ablamla birlikte iş sonrası keyfi adı altında merakla beklediğimiz "Benim Dünyam" filmini izlemeye gittik.25 Ekim'de vizyona giren ve vizyona girdiği günden bu yana başarısından sıkça bahsettiren bir filmdi.İnsanda merak uyandırıyor haliyle...
Başrollerinde Uğur Yücel ve Beren Saat'in bulunduğu film, Sanjay Leela Bhansali'nin 2005 yapımı "Black" filminden uyarlama olmasıyla da dikkat çekiyor.


Bir başarı hikayesini konu alan "Benim Dünyam"da, Ela (Beren Saat) henüz iki yaşındayken geçirdiği bir hastalık sebebiyle görme ve işitme yetisini kaybeder.Büyüdükçe çevresiyle uyumsuz, hatta çevresine zarar veren bir insan haline gelir.Babasının Ela'yı akıl hastanesine yatırmasına razı olmayan annesi, bir hoca bulmaya karar verir ve Ela ile Mahir Hoca (Uğur Yücel)nın yolları bu noktada kesişir.
Sınırları aslında insanların kendilerinin yarattığını, istediğimiz her şeye çabalayarak ulaşabileceğimizi, hayatta takıldığımız ya da büyüttüğümüz şeylerin aslında hiçbir değerinin olmadığını, her şeyden önemlisi;
"İmkansız" diye bir şeyin olmadığını çok güzel bir hikaye ile anlatıyor film...
Normalde Beren Saat'in oyunculuğu beni çok fazla cezbetmese de, bu filmde tam bir harika yarattığını söylemeliyim.Yarattığı karakterle bütünleşip, aynı duyguyu izleyiciye de tam anlamıyla aktarmayı başarıyor.
Filmin hem yönetmenliğini hem de baş rol oyunculuğunu üstlenen Uğur Yücel için ise, söylenecek fazla bir şey yok sanırım.Tek kelimeyle harika bir oyunculuk ve izlenesi bir hikaye...

Ela'nın annesi Mahir Hoca için, "Ona tek bir kelimeyi öğretmedi; İMKANSIZ!" diyordu.
Hayatta hiçbir şey imkansız değildir...
Ve her şeye rağmen yaşamaya değerdir...

Sevgi ve "Aşk"la kalın... :)